Süikastin perde arkası!

Yayın Tarihi : 13-08-2013 16:00
[resim=20130813resim-160413CR][/resim] Edward Joris, profesyonel bir suikastçıydı ve bu eylemi için günlerce Sultan’ı zlemiş; her Cuma günü onun camiden çıktıktan 1 dakika 42 saniye sonra arabasına bindiğini tesbit etmiş ve tuzağını buna göre kurmuştu. İşte o an gelmiş çatmıştı. Fakat kader o gün Jorris’e kötü bir sürpriz hazırlamıştı. Abdülhamid, caminin kapısında Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin bir sorusunu yanıtlarken aradan sadece iki dakika geçmiş, ölümcül bomba o anda patlamıştı. 26 kişinin ölüp, 58 kişinin yaralandığı olaydan Sultan burnu bile kanamadan kurtulmuştu. Daha sonra yapılan araştırmalar ve tutuklamalar sonucu olayın Ermeni Komitacıları tarafından hazırlandı ortaya çıkacaktı. Belçika vatandaşı olan Edward Joris ise onlar tarafından kiralanan profesyonel bir teröristti... xxx [resim=20130813resim-160345GE][/resim] Osmanlı tarihinin en çok tartışılan padişahlarından biriydi Abdülhamid. Kimine göre ‘Ulu Hakan’ , kimine göre ‘Kızıl Sultan’, kimine göre melek, kimine göre ise şeytandı... Mehmet Akif ve Tevfik Fikret gibi dönemin aydınları tümüyle onun karşısındaydı. Hatta Fikret, bu başarısız suikast girişiminden sonra Lâhza-i Ta'ahhur" (Bir anlık duraklama) adlı şiirinde şu mısraları yazmıştı: “Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın. Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın” [resim=20130813resim-160324VB][/resim] Bombalı suikastin en ilginç yanlarından biri de, Joris’in 2 yıl hapis yattıktan sonra bizzat Abdülhamid tarafından affedilmesi, hatta cebine para konularak yurt dışına gönderilmesiydi. Padişah böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu; hem kendisinin kanlı bir sultan olmadığını gösteriyor, hem de Joris’in Avrupa’nın salonlarında kendi adına ajanlık yapmasını sağlıyordu. xxx Peki ya, tahtta kaldığı 33 yıl boyunca dünyanın en güçlü devletlerinin sinsi stratejilerine karşı direnmeye çalışan 2. Abdülhamid’in özel hayatı nasıldı? Bu sorunun yanıtını da Faruk Yılmaz’ın hazırladığı ‘Sultan 2. Abdülhamid Han’ın Aile Hayatı” isimli kitapta çok ilginç detaylarla bulmak mümkün. Mesela hayvanlara olan düşkünlüğü... Yıldız sarayında zürafa, zebra, devekuşu gibi hayvanların barındığı devasa bir hayvanat bahçesi kurmuş. Ayrıca hiç yanından ayırmadığı, arada sırada ‘dedikodu yaptığı‘ beyaz papağanını, Harem’de altın çatalla yemek yedirdiği kedisini ve canı kadar sevdiği Cherie adlı sokak köpeğini unutmamak lazım... Cherie’den söz etmişken onunla ilgili okuduğum bir anektodu anlatmadan geçemeyeceğim. Bilindiği gibi müthiş yetenekli bir marangozdu Abdülhamid. Kızı Şadiye Osmanoğlu’nun anlattığına göre marangoz atölyesine kimse girmeye cesaret edemezmiş. Sultan da sadece gözdeleri olan üç güzel kızın buraya girmesine izin verirmiş... Bir gün kızlardan biri kıskançlık krizine kapılarak atölyeyi ateşe vermiş. Yangını güç bela söndürmüşler, Abdülhamid üç kızı da karşısına alıp yangını kimin çıkardığını sormuş... Tabii hiç birinden çıt çıkmıyor... Bunun üzerine Sultan, sevgili köpeğine dönmüş ;“Cherie bana suçluyu bul” demiş. Cherie, de suçlu kızı eteğinden çekerek anında tespit etmiş... Belki de Abdülhamid’in uyumadan önce her gecce kendisine okuttuğu polisiye romanların etkisinde kalmıştı Cherie... xxx Abdülhamid Han 34 yaşında tahta geçtiğinde, kısa bir süre sonra Dolmabahçe Sarayı'ndan Yıldız Sarayı'na taşınmış... Saray deyip geçmeyin, onun döneminde, 500 bin metrekarelik bir alana yayılmış, içinde 12 bin kişinin yaşadığı küçük bir şehir gibiymiş Yıldız. Şale köşkünün Hereke’de dokunan halılarının ağırlığı 7 bin tonmuş. Sarayın hemen dışında da 1. Orduya bağlı Hassa tümeninin 15 bin askeri nöbet tutuyormuş. Düşünün günde 1800 kazan yemek çıkıyormuş Yıldız Sarayı'nda. Saray mutfağı da başlı başına bir alemmiş. Mesela Börekçi Metinoğlu’nun pişirdiği böreğin üzerine madeni on para atılırsa, para böreği deler tepsinin içine düşermiş... [resim=20130813resim-160413CR][/resim] Annesi Tir-i Müjgan Kadınefendi’den kalma altın tuzluğu masasından asla ayırmayan Sultan’ın en çok tercih ettiği öğle yemekleri de üzerinize afiyet şöyle bir menüden oluşurmuş: Rafadan yumurta ya da omlet, koyun külbastısı, kotlet pane, balıklardan mezgit ve tabii ki börek. Kaymaklı kadayıf, sütlaç veya muhallebi de yemeğin cilası olurmuş... Eh, öğlen bu kadar yedikten sonra akşamı biraz hafif geçirmek lazım... Saat 5’de kurulan akşam sofrasında da genellikle et suyu, çorba, çilek, kavun, karpuz gibi meyvalardan tüketirmiş Sultan. Yerimiz dar olmasa yazacak çok şey daha var ama onunla ilgili hem umutsuz hem hınzır bir aşk öyküsüyle noktalayalım tarihi gezimizi... xxx Efendim bir ara sarayda güzeller güzeli kumral, ela gözlü bir hatun salınarak gezer olmuş. Sultan Abdülhamid onu ilk görüşünde ‘ziyadesiyle hoşlanmış’ ; iltifatlarda bulunmaya başlamış. Gel gör ki, ela gözlü dilber bütün bu iltifatlar karşısında taş bir duvar edasıyla duruyor, yelkenleri suya indirmiyormuş. Kızın bu tutumu birkaç yıl devam etmiş... Bir gün Abdülhamid “Kızım bu inadın ne zaman bitecek?” diye sorunca, ahu gözlü bakışlarını öne eğmiş ve; “Efendimiz, sizin için canımı feda etmeye her zaman hazır olacağım. Fakat bütün dünyayı bana bağışlasanız asla hareminiz olmam. Ben sadece kocam olacak erkeğin tek karısı olurum.” demiş... [resim=20130813resim-160529QA][/resim] Kızın inadı inat da, Sultanın ki değil mi?... Ona İstanbul’da bir konak almış, hediyelere, elmaslara boğmuş... Bakmış ki sonuç değişmiyor, sonunda bu kumral güzelini, 45 yaşında dindarlığı ile meşhur bir erkekle evlendirmiş. Gelelim işin hınzırlık kısmına... Düğün yemeğinden sonra damat bir heves zifaf orasına girmiş, adet olduğu gibi iki rekat namazını kılmış, sonra sıra tam o ana gelmiş ki... Düğün evinin kapısı yumruklanmaya başlanmış... Şaşkın damat palas pandıras koşarak açmış kapıyı, bir bakmış ki karşısında Hünkar’ın yaveri... “Padişahımız acil olarak sizinle görüşmek istiyor” demiş Yaver... Adamcağız “izin verin giyineyim” falan dediyse de yaka paça almışlar, iki tarafı yırtmaçlı geccelik entarisi ile saraya götürmüşler garibanı... “Biraz bekleyeceksiniz” diye bekleme odasına koymuşlar, sonra da çekip gitmişler... Sabaha kadar beklemiş yeni damat, gelip giden yok... Gün ışırken yine aynı Yaver gelmiş; “Artık beklemenize lüzum yok gidebilirsiniz” demiş. Bizimki süklüm püklüm perişan bir halde dönmüş eve.... Alelacele giyinip işine gitmiş... Ertesi gecce, acemi damat tam yarım kaldığı işi bitirmek üzereyken yine kapı çalmış, yine aynı Yaver, yine aynı terane ; “Saraydan acele bekleniyorsunuz... Giyinmenize vakit yok...” Tam yedi gecce sürmüş bu oyun... Sonunda Sultan işin tadını fazla kaçırmamak istemiş olmalı ki bırakmış ela gözlü dilberin peşini... Yıllar sonra karşılaştıklarında da; “Mesut musun?” diye sormuş ona. “Sayenizde” demiş yorgun ela gözler... “Sayenizde bahtiyar olmaya ve çocuklarımı yetiştirmeye çalışıyorum...” Eh, Padişahlığın da böyle avantajları olsun artık... Belki de onun için bu devirde kimse şah değil, sultan değil, padişah değil...