PRADA CEKETLİ TEK GÖZLÜ KORSAN!

Yayın Tarihi : 27-08-2012 10:41
[b]Tamil kaplanları yüksek topuklara karşı[/b] O, özgür ruhunu insanlığın en acımasız savaşlarının arasında, ateş altında büyütmeye çalışan bir korsandı. Yüksek topuklu ayakkabılarını, Prada ceketini savaş alanlarında çıkaran bu cazip kadın, çevresinde vızıldayan kurşunların, patlayan bombaların arasına dalarken gözünü bile kırpmazdı. İşte o cesur gözlerden birini Sri Lanka’da Tamil Kaplanları ile hükümet arasındaki çarpışmaları izlerken bir şarapnel parçası yüzünden kaybetmişti. Manikürlü parmaklı o şık ve güzel gazeteci, işte o günden sonra takma bir göz yerine bir korsan bandı ile yaşamına ve mücadelesine devam etti… [resim=20120827resim-185514E4][/resim] Tek gözünü kaybedince… Şimdi “Bu İzzet’e de durup dururken ne oldu” diyorsunuz farkındayım ama kahramanların çok az kaldığı,. dolayısıyla destanların artık yazılmadığı günümüzde bir gazeteci kadının, Marie Colvin’in öyküsünü sizlerle paylaşırsam belki biraz olsun ‘dünyevi günahlarımdan’ arınacağımı umdum. Çünkü bu öyküyü okuyunca ne kadar boş işlerle uğraştığımızı düşünmeye başladım. Colvin, yıllarca Tunus, Mısır, Libya, Çeçenistan, Sri Lanka ve Sierra Leone'nin de aralarında olduğu bir çok ülke ve bölgede sıcak savaşın içinde bulundu. Kimi zaman arkasında ‘TV’ yazan ceketini çıkarıp tehlikelerden uzaklaşmak için en sevdiği Prada’sını geçirdi üzerine. O, hep en sıcak bölgedeydi. Bir gün CNN’de Anderson Cooper’ın telefonla canlı yayın konuğu olmuş ve gözleri önünde öldürülen 2 yaşındaki Suriyeli bebeğin ölümünü şöyle anlatmıştı.‘Burada mide bulandırıcı bir şiddet var. Sabah 6.30’dan beri bombardıman devam ediyor. Bugün küçük bir bebeğin ölümünü izledim.” Tek gözünü kaybettiği olaydan sonra, mesleğini bırakmasını isteyenlere de şu cümleleri söylemişti: “Ceketimi askıya asmayı düşünmüyorum, eğer akşam ne yemek yediğimi haber diye yazarsam kendimi o zaman aptal hissederim’’. [b]Saddam’ın toplu mezarlarını o buldu[/b] Irak savaşının son günleri… Saddam devrilmiş, Amerikalılar ve tüm dünya gazetecileri Bağdat’ta cirit atıyor. Marie de aralarında ama onun derdi başka. Birinci Körfez Savaşı sonunda Saddam ordularının Basra’nın güneyinde Şii’leri topluca katlettiği kasabalardan birinin peşinde. Bir gün rüşvet vererek bir buldozer kiralıyor, köylülere sora sora belirlediği noktada kazıya başlıyor. Saddam sonrası Irak’ta bulunan ilk toplu mezar işte böylece onun sayesinde ortaya çıkıyor. [b]Arafat’ın inci kolyesi[/b] Bütün bu zorlu yaşam koşullarına rağmen kadınlığından ve cazibesinden vazgeçmemiş Colvin. Boynundan hiç çıkarmadığı Yaser Arafat’ın hediyesi olan inci kolye de bunun ispatıydı. Belki de bu cazibesinden dolayıdır ki, hem Kaddafi’yi, hem Arafat’ı etkisi altına almış, Ortadoğu’da barışı sağlamak için gazetecilikten fazla görevler de yüklenmişti. Dünya medyasının , NATOnun ve Birleşmiş Milletlerin gözünden kaçanları uluslararası kamuoyuna o gösteriyordu adeta. Beyrut ’da bulunduğu günlerde, orduya “bütün gazetecileri öldürün’’ emri verildiğinde, tüm gazeteciler ülkelerine kaçarken Colvin, olanları görmezden gelip haberciliğine devam etti. Ta ki, yaklaşık 6 ay önce 56 yaşında, Türkiye sınırına çok yakın bir bölgede, Humus’taki bombardımanda öldüğü güne dek… Kalleş bomba tek gözlü korsan kadını bir savaş alanında yakalamıştı sonunda. Savaş muhabirliğinin çok zor tehlikeli ve masraflı olduğu günümüzde Marie Colvin gibi Don Kişot’lar yetişmiyor artık. “Bütün kahramanlar ölümsüzdür, tabii ölene kadar” demiş Brecht… Ne yazık ki Marie Colvin’i tanıyacak kadar yaşamadı büyük usta. [resim=20120827resim-185514C2][/resim] [b]OYA BAŞAR BUNU DA 'YENER'[/b] Yakından tanıyanlar zaten bilir de, onu sadece ekranlarda, tiyatro sahnelerinde görenler bile hissedebilir nasıl bir yürek sahibi olduğunu. Kimden mi bahsediyorum? Tabii ki Oya Başar'dan. Hani derler ya, bazı insanların yüzüne vurur ruhu; bu durum Oya için aynen geçerlidir. Sanatçılığının eline kimse su dökemez malum ama üstüne üstlük bir de ‘sevgi ile kanseri bile yenen kadın’dır o… Son günlerde başına gelenleri duyunca üzülmeden edemiyor insan. Belki okumuşsunuzdur; yıllardır çalışıp, didinip alnının teri ile kazandığı bütün birikimi buhar olup uçtu Oya’nın. Herhalde kabahati, herkesi kendi gibi zannetmesi. Birkaç yıldır tanıdığı ve dost bildiği inşaatçı arkadaşı Oğuz Güney, Oya’nın Bebek’teki katını satmak istediğini duyunca “Katı ben satayım, karşılığında Sarıyer’de yaptığım site’den iki villa vereyim” demiş. Oya da teklifi kabul edip vekaletnameyi imzalamış. 4 milyon liralık bir anlaşma bu. Eh, Oğuz bey hem arkadaşı, üstelik Sarıyer Belediyesi’nde meclis üyesi. Ona inanmayacak da kime inanacak ? Oya villalardan birinde kendi oturmayı, diğerini de oğluna vermeyi düşünüyormuş. Ama gel gelelim bu pembe tablo zamanla kararmış ve acı gerçek ortaya çıkmış. Bir gün Oya öğrenmiş ki verdiği vekaletle Bebek’teki katı iki ayrı kişiye satılmış, üstelik alacağı villalardan da ses seda yok. ‘Arkadaşı’ Oğuz beyi de ara ki bulasın… Oya isyanını içine atıp adaletin kapısını çalmış. Oysa onu da ara ki bulasın… Oya’nın savcılığa verdiği dilekçe takipsizlik kararı ile sonuçlanmış. Yani ortada bir dolandırıcılık suçu olmadığına karar verilmiş. Oya Başar olayın peşini bırakmıyor tabii… Nasıl bıraksın ki; bu güne kadar elinde avucunda ne varsa o kata yatırmış, şimdi kirada oturuyor. Avukatı karara itiraz etmiş ve bir hukuk savaşı başlatmış. Oya bu konuda tek kelime konuşmuyor; sanki ağzını mühürlemiş. Ama öğrendiğim kadarıyla Oğuz Güney, zaman zaman yeni ödeme planları öneriyormuş ama hiçbir şekilde verilen sözler tutulmuyormuş…Sıfıra sıfır elde var sıfır. Bu arada söz konusu ‘villaların’ da resimleri geçti elime. Onları da sizlerle paylaşmak istedim. Oya gibi sanatçıları kolay yetiştiren bir ülke değil Türkiye… Bu bir avuç insana gözümüz gibi bakmalıyız. Artık Oya’nın daha fazla üzülmesini içime sindiremiyorum doğrusunu isterseniz. Adaletin yerini bulması benim gibi onu seven herkesin dileği…