BİLGİ AKIŞI (BÖLÜM 1)

Yayın Tarihi : 26-04-2010 11:54
Bilgi sınırsız, fakat bilgimiz sınırlıdır... Evrende gerçekleşen nice fenomen var. Belirli bir düzen ve kurallarla dengelenmiş bu evrende hepimiz onun birer parçası olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Onu anlamaya çalışıyor, hakkında bilgi ediniyor ve edindiğimiz doğrultuda da hayatımıza yön ve şekil veriyoruz. Veriyoruz vermesine ama bazen de hatlar karışıyor ve sınırsız evrenin sınırlı, küçük bir parçası olduğumuzu unutarak, ona hükmetmeye çalışıyoruz. Yapmamız gereken uyum sağlamakken, biz hükümranlık kurmaya girişiyoruz. Oluyor mu? Hayır... Neden mi? Çünkü, hükmetmek için kullandığımız bilgi yeterli değil, sınırlı. Sınırsız olan sınırlı olanın emrine girer mi? Sonsuz olan ölümlüye teslim olur mu? Evren hakkındaki sınırlı bilgimizle onun bize hizmet etmesini bekliyoruz. Efendi hizmetkarlarına hizmet eder mi? Diyeceksiniz ki, biz evrenin bir parçasıysak ve onunla iç içe yaşıyorsak nasıl olur da onun hakkındaki bilgimiz kesintili ve yetersiz olabilir ki? Aslında sınırsız ve kusursuz olmalıydı ancak bedenimizin sınırlılığı buna izin vermiyor, bu bilginin eksiksiz ve kusursuz olarak bize, “ruha” ulaşmasına engel oluyor. Bilgi akıcı bir şekilde öze, ruha ulaşmaya çalışırken bazı filtrelere takılıyor ve bu filtrelerden süzülüp geçerken de kesintiye uğrayarak, sınırlı hale geliyor. Peki filtreler nelerdir? Bugün sizlere bu unsurların, yani beş duyu organının, zihnin, şuurun, aklın ve egonun nasıl filtre görevi gördüklerini açıklamak istiyorum. Beş duyu organımız bilginin ilk giriş kapısıdır. Biz gözlerimizi, kulaklarımızı, dilimizi, burnumuzu ve dokunma duyumuzu kullanmak suretiyle “dış”tan “iç”e bilgi sağlarız, aktarırız. Fakat gözlerimiz ne kadar keskin ve net görür ki? Kulaklarımız ne derece duyabilir? Hangi kokular burnumuzdan süzülüp geçer ve biz algılarız? Dilimiz kaç farklı tat almaya programlanmıştır? Dokunarak ne kadar hissedebiliriz? Bu olgulara şöyle bir göz attığımızda beş duyumuzun eksik, pek de yeterli olmadığını anlayabiliriz. Örneğin uzayı gözlemlemek istersek teleskop kullanmak zorunda kalırız. Virus ve bakteri gibi mikroorganizmaları tespit edebilmek, varlıklarını görebilmek içinse mikroskop kullanmak şarttır. Birçok yardımcı cihaza, gelişen teknolojiye rağmen tüm evreni görüp algılayabildik mi? Virus ya da bakterilerden daha küçük canlı varlıkları görebildik mi? Ya da karşımızdaki duvarın arkasını? Karanlıkta kendi elimizi bile görmekten acizken, yaşantımızın önemli anlarında, hayatımızdaki çeşitli enstantanelerde gördüklerimizin, algıladıklarımızın doğru olduğuna inanır, başkalarını inandırmaya çalışır, gerçek olduğunu savunarak ısrar ederiz. Biraz tuhaf değil mi? Ya kulaklarımıza ne demeli? Biliyoruz ki bu kulaklar sadece belirli bir frekans aralığındaki titreşimleri algılayabilir. O frekansı aralığının dışında olan sesler onun için hattaki “parazit”ten öte değildir! Bu nedenle de deprem olmak üzereyken ve neredeyse evimiz başımıza yıkılacakken bizler yatağımızda mışıl mışıl uyuyoruz, halbuki hayvanlar felaketin yaklaştığını önceden hisseder ve örneğin köpekler, bizim bu hissizliğimize uluyarak karşı gelir! Dilimize gelince, dil sadece 6 tat algılayabilir - acı, tatlı, ekşi, tuzlu, buruk ve keskin. Bunun dışındaki hiçbir tadı algılayamaz. Koku için de aynı şey söz konusudur. Evrende bu duyu organımızla koklayamadığımız ne kadar çok rahiya var! Ya dokunma? Temas olmadan, dokunmadan, belirli bir mesafeden hissedebilir miyiz? Hayır, mutlaka dokunmalıyız, ancak tensel temas sonucunda dokunduğumuz nesne hakkında biraz bilgi alabiliriz. Tıpkı fotoğraf makinesindeki diyaframın gelen ışınların sadece bir kısmını içeriye alması gibi, beş duyu organımız da aynı şekilde, dışarıdan akan bilginin bir kısmını kabul eder. Bu şekilde içeriye sızan eksilmiş, indirgenmiş bilgi yumağı ikinci bir filtreyle, zihinle karşılaşır. Zihnin marifetlerini bir sonraki yazımızda tartışacağız, bilgi dolu, bilgelik dolu bir hafta dileklerimle.